Vefatının 83. Sene-i Devriyesinde "Mehmet Akif Ersoy ve Fikriyatı"
Adını tarihe yazdırmış nice şahsiyetler vardır. Kimi mücadelesi, kimi sanatı, kimi ise bilimsel çalışmaları ile hak ederek bunu sağlamıştır. Ancak bazı namdar insanlar sadece dönemin güç odaklarının şişirme ve resmi tarih oyunları ile bu namı elde ederken, bazıları bilinçli bir şekilde resmi tarihin dışına itilmek istenmiş ve kısmen de başarı sağlanmıştır. Türkiye'de de, son yüz yıllık tarihte şişirilen şöhretler ve kaybettirilen birçok şahsiyete tanıklık etmek mümkündür. Adı silinmeye çalışılan en önemli isimlerden biri de Kur'an Şairi lakabına mazhar olmuş Mehmet Akif Ersoy'dur. Ancak yok edilmek istenen aslında Akif'in ismi değil, ismi üzerinden hedefe konulan, İslami düşünce ve davasıdır. Zira Akif; bir mü'min, muvahhid ve mücahittir. İman ve Kur'an'la beslenmiş, işgal güçlerine karşı direnmiş, halkı mücadeleye sevk etmek için edebiyat ve sanatını konuşturmuş ve bu Hak gıdayı yeni nesillere aktarma gayretinde olmuştur. Ancak Cumhuriyetin kuruluşu ile birlikte İslam düşünce ve mirasının yok sayılması, tamamen Batı kültür ve kaynaklarının hükümran kılınmaya çalışılması Onu derinden sarsmış, hem köklerinden kopan anlayışa karşı hem de ümmetin içinde bulunduğu hale istinaden şiirlerini serdetmiş ve bazı çözüm önerilerinde bulunmuştur. Akif'i değerli kılan, İslami fikirleri, örnek yaşantısı, sömürge karşıtlığı, eleştirel ve sorgulayıcı bakış açısıyla kendi döneminde fark yaratan bir yaklaşım sergilemesidir.
Çok yönlü bir kişiliğe sahip olan Akif, camide vaiz, kürsüde hoca ve sosyal hayatta bir derviş, Hakkın ve halkın şairi olarak var olmuştur. Akif, baytar mektebinden mezun olduğundan, mesleği icabı sürekli halk içinde bulunmuş, memleketin sosyal durumuna vakıf olmuştur. O, bu görevi süresince mescid ve laboratuvara aynı şevkle, aynı heyecanla gitmiştir. Bilim, sanat ve edebiyat, iman ve inançla değer kazanır onun anlayışında. Edebiyat ve sanat alanında öne çıkabilmek ve şöhret sahibi olmak için inancından taviz vermemiş, dünya şöhreti ve Batıya şirin görünme arzusuyla mukaddesata dil uzatanlara hep karşı durmuştur. Garpçı Serveti Fününculara hep mesafeli durmuş ve şu sözü şiar edinmiştir kendine: “Edipler edepli olmalı, hem de ahlak-ı İslamiye ile müteeddip olmalı.” Akif, dönemin modası olan “sanat için sanat” anlayışına da karşı durmuş ve “Hak/halk için sanat” anlayışında olmuştur.
İşgal ve küffara karşı verilen mücadele yıllarında olduğu gibi, II. Meşrutiyet sonrası ve yeni devletin kuruluş sürecinde de Akif; gidişatın zulümata doğru kayışına, zorbalık, batı taklitçiliği ve tüm haksızlıklara şiirleri ile karşı koymuş, haykırışını şiirsel olarak gerçekleştirmiştir. En önemli eseri 7 bölümden oluşan Safahat'tır. Bu eserinde hayat serüven ve safhalarını, karşılaştığı toplumsal gerçekler ve sıkıntıları dile getirmektedir. Derdi ümmettir ve şiirinde halkın dilini kullanır, şatafatlı kelimeler kullanmaz. Amacı halkın uyanışı ve dirilişi olduğundan buna gerek görmez. Yaşadığını yazmış, yazdığını da yaşamıştır.
Takva ehli olan Akif, her şeyin temelinde Allah korkusu olduğunu söyler. İnsanoğlunda faziletin tesisinin Allah korkusundan geçtiğini vurgular.
Ne irfandır veren ahlâka yükseklik, ne vicdandır.
Fâzilet hissi insanlarda Allah korkusundandır...
Yüreklerden çekilmiş farz edilsin havfı Yezdan'ın.
Ne irfanın kalır tesiri katiyen, ne vicdanın.
Bir zamanlar İslam ümmetinin inşa ettiği büyük medeniyetlerin dünyaya öğretici olduğunu ve insanlığı karanlıklardan nura ulaştırdığını söyler Akif,
Kapkaranlıkken bütün âfâkı insâniyyetin,
Nûr olup fışkırmışız tâ sînesinden zulmetin;
“Asım'ın Nesli” ile çizilen portre Müslüman gençliktir. Akif, Çanakkale şiirinde ifade ettiği gibi verdiği mücadele ve getirdiği zaferden dolayı bu gençlikten övgü ile söz eder ve umutla bağlanır ‘Asım'ın Nesline'.
Âsım'ın nesli... diyordum ya... nesilmiş gerçek:
İşte çiğnetmedi nâmûsunu, çiğnetmeyecek.
Yine Çanakkale şiirinin son bölümünde, Haçlılara karşı verilen onurlu mücadele sonucunda Selahaddin-i Eyyubi ve Kılıçarslan'ın gösterilen izzetli duruş ile hayran kaldıklarını ifade eder. Asırlara sığmayacak bu mücahitlere peygamberin kucak açtığını ve şehitleri kucaklamak için beklediğini ifade eder.
Sen ki, son ehl-i salîbin kırarak savletini,
Şarkın en sevgili sultânı Selâhaddîn'i,
Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran...
Sen ki, İslâm'ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,
O demir çemberi göğsünde kırıp parçaladın;
Sen ki, rûhunla berâber gezer ecrâmı adın;
Sen ki, a'sâra gömülsen taşacaksın... Heyhât,
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât...
Ey şehîd oğlu şehîd, isteme benden makber,
Sana âgûşunu açmış duruyor Peygamber.
Ancak uyuyan ve uyanamayan ümmetin tembellik ve ataleti, yurdunu işgale, onu da zillet ve cehalete düçar kılmış, yer ve gök uyanıkken uyumak maskaralık olmuştur.
Bunca zamandır uyudun uyanmadın;
Çekmediğin çile kalmadı, uslanmadın.
Çiğnediler yurdunu baştan başa.
Sen yine bir kere kımıldanmadın!
Yıllarca asırlarca süren uykudan artık
Silkin de muhitindeki zulmetleri yak yık!
Bir baksana: Gökler uyanık yer uyanıktır;
Dünyâ uyanıkken uyumak maskaralıktır!
Sünnetullah'ın gereği olarak sa'y ve çaba olmadan hiçbir amaca ulaşılamayacağını, yanlış bir kader ve tevekkül anlayışı ile her şeyi Allah'a havale ederek yardım beklemenin (ki bunu hamakat olarak görür) çare olamayacağını vurgular.
Sarılmadan en ufak bir işinde esbâba,
Muvaffakiyete imkân bulur musun acaba?
Hamâkatin aşıyor hadd-i i'tidâli, yeter!
Ekilmeden biçilen tarla nerde var? Göster!
“Kader” senin dediğin yolda, şer'a bühtândır,
Tevekkülün, hele hüsrân içinde hüsrândır.
Kader ferâiz-i îmâna dahil… Âmenna…
Fakat yok onda senin sapmış olduğun ma´nâ.
Kader: Şerâiti mevcûd olup da meydanda,
Zuhûra gelmesidir mümkinâtın a'yânda.
Çalış!” dedikçe Şeriat, çalışmadın, durdun,
Onun hesâbına birçok hurâfe uydurdun!
Sonunda bir de “tevekkül” sokuşturup araya,
Zavallı dîni çevirdin maskaraya!
Bekayı hak tanıyan sa'yi bir vazife bilir
Çalış, çalış ki beka sa'y olursa hak edilir.
İslam ümmetinin gafletine, yaşanan acılara ve yükselen feryatlara karşı bigane oluşuna itirazı vardır Akif'in. Böyle bir tablo karşısında Müslümanlığın ancak göklerde olduğunu ifade eder ve eğer bu hal devam ederse Allah'ın lanetinin bir gün tepemize ineceğini hatırlatır.
Kaç hakiki Müslüman gördümse hep makberdedir.
Müslümanlık bilmem amma galiba göklerdedir.
Irzımızdır çiğnenen evladımızdır doğranan
Hey sıkılmaz, ağlamazsın, bari gülmekten utan
Zevke dalmak şöyle dursun, vaktiniz yok mateme
Davranın zira gülünç olduk bütün bir âleme
Nasibin yok mudur bir parça olsun Ademiyetten?
Nasıl aldırmıyorsun yükselen feryada milletten?
Emin ol bunca mazlumun yüreklerden kopan ahı
Tependen indirir elbette bir gün la'netullahı.
İslam sosyal bir dindir, toplum ve cemaat ister. Akif, Beyazıt Cami hutbesinden haykırır: “Dinsiz cemaat belki yaşar, ama cemaatsiz din yaşayamaz. İslam'ın cemaate olan ihtiyacı, cemaatin İslam'a olan ihtiyacından ziyadedir.” ve Necid çöllerinden bir uyarıda bulunur.
Uzaklaşsan da imandan cemaatten uzaklaşma
Cemaatten uzaklaşmak, uzaklaşmaktır Allahtan.
Ümmetin vahdet ve birliğini bozan en büyük fitnenin, ümmetin harcı olan İslam'ı temelinden sarsacak olan depremin kavmiyetçilik olduğu ve peygamberin de bunu tel'in ettiğini, tefrika girmeden bir milletin içine, ona düşmanın giremeyeceğini haykırır.
Ayrılık hissi nasıl girdi sizin beyninize?
Fikr-i kavmiyyeti şeytan mı sokan zihninize?
Birbirinden müteferrik bu kadar akvâmı,
Aynı milliyyetin altında tutan İslâm'ı,
Temelinden yıkacak zelzele, kavmiyyettir.
Bunu bir lâhza unutmak ebedî haybettir...
Arnavutluk ne demek? Var mı şeriatta yeri?
Küfr olur, başka değil kavmini sürmek ileri.
Arab'ın Türk'e, Laz'ın Çerkez'e yahud Kürd'e,
Acem'in Çinliye rüçhanı mı varmış, nerede?
Müslümanlıkta anasır mı olurmuş? Ne gezer?
Fikrî kavmiyyeti tel'in ediyor Peygamber.
Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez;
Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez.
İki daimi adresi vardır Akif'in: Cami ve Medrese. Tarih boyunca ümmet bu iki kanatla şahlanmış ama birini bile ihmal ettiğinde zillete düşmüştür. Yaşadığı dönemin medreselerinin durumu karşısında muzdariptir. İşlevsiz, sözü para etmeyen ve kuru bir dervişliğe dönüşmüş olduğu konusunda eleştirileri vardır. Mektep ve ilim yuvaları hangi durumda olursa, mabetlerin de aynı durumda olacağını ve ümmetin en baş felaketinin de cehalet olduğunu söyler.
Nasılsa mektebiniz, tıpkı öyle mabediniz.
Felâketin başı, hiç şüphe yok, cehâletimiz;
Bu derde çâre bulunmaz — ne olsa — mektebsiz;
Ne Kürd elifbayı sökmüş, ne Türk okur, ne Arab;
Ne Çerkes'in, ne Lâz'ın var, bakın, elinde kitâb!
Hülâsa milletin efrâdı bilgiden mahrûm.
Unutmayın şunu lâkin: «Zaman: zamân-ı ulûm!»
Eyvâh! Bu zilletlere sensin yine illet...
Ey derd-i cehâlet sana düşmekte bu millet
Bir hâle getirdin ki ne din kaldı ne nâmûs!
Ey sîne-i İslâm'a çöken kapkara kâbûs
Ey hasm-i hakîkî seni öldürmeli evvel:
Sensin bize düşmanları üstün çıkartan el!
Ancak ilmin sadece nazariyatta kalmasının bir faydası yoktur, eyleme ve pratik hayata aktarılması gerekmektedir.
Nazariyâta boğulmakla geçen ömre yazık;
Amelî kıymetidir kıymeti ilmin artık.
Batının ilmini almadaki bakış açısı da önemlidir Akif'in. Bu ilmin ve sanatın elzem olup faydalanmak gerektiğini, zira köklerimizin sağlam olduğunu, ona dayandıkça korkuya mahal olmadığını dile getirir.
Alınız ilmini Garb'ın, alınız san'atini;
Veriniz hem de mesaînize son sür'atini.
Çünkü kâbil değil artık yaşamak bunlarsız;
Çünkü milliyyeti yok san'atin, ilmin; yalnız,
İki üç balta ayırmaz bizi mazimizden,
Ağacın kökleri madem ki derindir cidden.
Bu cihetten, hani hiç yılmasın, oğlum gözünüz,
Sade Garb'ın yalnız ilmine dönsün yüzünüz.
Ama dönemin batı anlayışından asla dost olamayacağını da vurgular.
Tükürün Ehli salibin o hayasız yüzüne
Tükürün onların asla güvenilmez sözüne
Ancak tersi bir tavır sergileyip, batıya yaranma uğruna kendi öz değerlerinden uzaklaşan mütefekkirlere sert çıkar. Batıya yaranmak için dininden dönenlere karşı çok şiddetlidir.
Mütefekkirleriniz, anlaşılan, pek korkak,
Yâhud ahmak... İkisinden bilemem hangisidir?
Sanıyorlar ki: “Bugün Avrupa tekmil kâfir.
Mütedeyyin görünürsek, diyecekler, barbar!
“Libri pansör” geçinirsek, değişir belki nazar.”
Gençliği yetiştirirken, sadece ilim değil, ahlakın da olmazsa olmaz olduğunun farkındadır Akif ve fazilet ehli öğrenciler kazanmak için iman ehli öğretmenlere de büyük bir ihtiyaç vardır.
“… Milletlerin ikbali için evladım,
Marifet, bir de fazilet, iki kudret lazım.”
Evet ulumunu asrın şebaba öğretelim
Mukaddesata fakat çokça ihtiram edelim.
“Muallimim” diyen olmak gerektir îmanlı;
Edebli, sonra liyâkatli, sonra vicdanlı.
İstibdata karşı olan Akif, bu düşünceyle II. Abdulhamit'e de karşıdır ve maalesef padişahın devrilmesi sonrası gelen hürriyet, hiç de istenen ve beklenen bir hürriyet değildir. Bir yandan daha şedid bir istibdat ortaya çıkarken, öte yanda yaşanan hürriyet, ahlak ve edepte yozlaşmaya, nefsin ise tamamen özgürlüğüne dönüştü. Bu da hakikatte kendi nefsine esarettir ve bundan kurtuluş çok daha zordur.
Bir de İstanbul'a geldim ki: bütün çarşı, pazar
Naradan çalkanıyor, öyle ya... Hürriyet var!
İt yetiştirmek için toprağı gayet münbit
Bularak fuhş ekiyor salma gezen bir sürü it
Yürüyor dine beş on maskara, alkışlanıyor,
Nesl-i hazır bunu hürriyet-i vicdan sanıyor.
Dönemin en önemli bir diğer problemi de bir bütün olduğunda vücudu meydana getiren ve muazzam işler başaran aydınlarla halkın barışık olmamasıdır. Aydınlar çareyi batıdan bekleyip kendi halkının inancından koparken halka da tepeden bakmaktadır. Aydınları maddeci ve kendi inancına küfreder bir durumda gören halk, demek ki “bu bozukluğun sebebi fen okumaktır.” demiş, her türlü yenilik ve tecdide karşı çıkmış ve böylece ilme ve fenne karşı cephe almıştır. Mehmet Âkif'in yaşadığı dönemde birçok soruna sebep olanların mekteb-i tıbbıye, harbiye ve mülkiyeden çıkması bu tezi doğrular niteliktedir. Zira İttihat ve Terakki Cemiyeti mensuplarının da çoğunluğu bu mekteplerde yetişmişlerdir.
Sizde erbâb-ı tefekkürle avâmın arası
Pek açık. İşte budur bence vücûdun yarası.
Milletin beyni sayarsak mütefekkir kısmı,
Bilmemiz lâzım olur halkı da elbet cismi.
Görenek neyse, onun hükmüne münkàd olarak,
Garb'ın efkârını, âsârını düşman tanımak;
Yenilik nâmına vahy inse kabûl eylememek.
Şöyle dursun o teceddüd ki dışardan gelecek,
Kendi milliyyetinin kendi muhîtinde doğan,
Yerli, hem haklı teceddüdlere hattâ udvan!
Ümmetin bir diğer sorunu da sahip olduğunda başardığı muazzam gelişmelere karşı, kaybettiğinde helake sürüklendiği heyecansızlık ve duygusuzluktur. Ve bugün de ümmetin geleceği olan gençlerde görülen en büyük eksikliğin heyecan ve diriltici bir ruh olduğu söylenebilir.
Duygusuz olmak kadar dünyada lakin dert yok
Öyle salgınmış ki melun, kurtulan fert yok
Kendi sağlam, hissi ölmüş ruhu ölmüş milletin
İşte en korkuncu hüsranın, helakin, haybetin
Elbette her şey çocukluktan başlar ve Akif, hem çocuk hem de gençliğin eğitiminde de itirazlara sahiptir. Çocukların ninnilerle uyutulduğunu, gençlere heyecan ve ruh aşılanmadığını, çalışmaya teşvik gerekirken, ümitsizlik aşılandığını, dolayısıyla özgüvenden yoksun olduğunu ve hayatı anlayamadıklarını söyler.
Bugün uyuşturuyor «ninni»lerle ahfâdı!
Geçer şebâbımızın en güzide eyyâmı,
Hayâtı anlayarak atmadan bu evhâmı.
Hayâtı anlamıyor, çünkü görmüyor, okuyor,
Zavallı kırkına gelmiş de ağzı süt kokuyor!
Bana dünyaya çıkarken batacaksın dediler...
Çıkmadan batmayı öğren, ne kadar saçma hüner!
Ye'si ezber bilirim, azmi yüzünden tanımam;
Okutan böyle okutmuştu, beğendin mi, İmam?
Akif'e göre önemli bir diğer problem, ülkenin kendi uzmanlarını yetiştirmesi gerekirken, sürekli batıya bağımlı halde olmasıdır. Bu konuyu bugünkü gelişmeler ışığında ele almak gerekirse, uzman elemanların eğitimi ile birlikte, bilim, sanayi, teknoloji, savunma ve daha birçok alanda kendi ayakları üzerinde durabilen bir ülke olunmadığı takdirde, daima batıya bağımlılık olacağından, hiçbir zaman gerçek anlamda bir bağımsız ülkeden söz edilemez.
Bir alay Mekteb-âli denilen yerler var;
Sorunuz bunlara millet ne verir? Milyonlar
Şu ne? Mülkiye. Bu Tıbbiye. Bu? Bahriye. O ne?
O mu, Baytar. Bu? Ziraat. Şu? Mühendishane.
Çok güzel hiçbiri hakkında sözümüz yok, yalnız
Ne yetiştirdi ki şunlar acaba? Anlatınız!
İşimiz düştü mü tersaneye yahut denize,
Mutlaka âdetimizdir, koşarız, İngiliz'e.
Çare öncelikle köklere, yani öze, yani Kur'an'a ve İslam'a hakkıyla bir dönüştür. Oysa bugün ümmetin Kur'an'a yaklaşımında büyük bir problem vardır. Kur'an bir hayat nizamıdır ve hayatın tüm kademelerinde olmalıdır. Ayrıca Kur'an'ı merkeze koymak suretiyle, yaşanılan çağı da okumak ve İslam'ı bugüne taşımada özgün ve uygun bir dil ile metoda da ihtiyaç vardır.
Ya açar nazm-ı celilin bakarız yaprağına,
Yahut üfler geçeriz bir ölünün toprağına.
İnmemiştir hele Kuran, bunu hakkıyla bilin,
Ne mezarlıkta okunmak, ne de fal bakmak için.
Doğrudan doğruya Kur'an'dan alıp ilhâmı,
Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm'ı.
Demek İslam'ın ancak namı kalmış Müslümanlarda
Bu yüzdenmiş demek hüsran-ı milli son zamanlarda.
Eğer çiğnenmemek isterseler seylab-ı eyyama
Rücu etsinler artık Müslümanlar Sadr-ı İslama.
Ve iman varsa imkan vardır, iman en büyük güçtür, onsuz insan bir hiçtir ve yine onsuz insan siliktir. Bir cevher olan iman ne kadar büyükse, imansız yürekler de o derece pasif ve sahibine de insanlığa da bir yüktür.
İmandır o cevher ki ilahi ne büyüktür
İmansız olan paslı yürek sinede yüktür.
Bir diğer önemli husus, ye'si ve ümitsizliği terk ederek Allah'a ve ümide sarılmaktır. Zira ye's bir bataklıktır ve yaşanan acı tablolar üzerinden bu bataklığa saplanmak, boğulmayı daha da hızlandırmaktadır. İman varsa, sa'y ve çaba vardır, o varsa ümit de vardır ve inşallah bir gün Hakkın vadettiğinin gerçekleşeceği gün de olacaktır.
Ye's öyle bataktır ki düşersen boğulursun
Ümide sarıl sımsıkı seyret ne olursun
Atiyi karanlık görerek azmi bırakmak
Alçak bir ölüm varsa eminim budur ancak
Daha kuvvetleniyor kanla sulanmış toprak,
Ekilen gövdelerin hepsi yarın fışkıracak
Doğacaktır sana vadettiği günler Hakkın
Belki yarın belki yarından da yakın.