İletişim Bilgileri     Arama

Yitirilmiş Bir Hakikati Aramak: 'Ev'i Yeniden Konuşmak

  • Anasayfa
  • Analiz
  • Yitirilmiş Bir Hakikati Aramak: 'Ev'i Yeniden Konuşmak
Yitirilmiş Bir Hakikati Aramak: 'Ev'i Yeniden Konuşmak

Yitirilmiş Bir Hakikati Aramak: 'Ev'i Yeniden Konuşmak

Müslüm Botan

GİRİŞ

Yaşamın içinde her zaman merkezi bir yer teşkil etmiş olan ‘ev', evde kalmaya devam ettiğimiz bu günlerde daha da anlam kazanmaya başladı. Ailede fertler arasındaki manevi birliktelik üzerinden anlamlandırılsa da, söz konusu tecrit süreci, ‘ev'in mekânsal yönünü de öne çıkardı.  Özellikle iş hayatının da büyük bir parçasının eve taşınması sebebiyle, yaşamın genel sınırlarının, evin mekânsal sınırlarına kadar geri çekilmiş olduğunu görmek mümkün. Bu durumda evin mekânsal zenginliği esas itibariyle yaşamın zenginliği ve genişliğine karşılık gelirken, evin mekânsal fakirliği yani yetersizliği ise yaşamın da kasvetli bir hal alması anlamına gelmekte olduğu anlaşılmakta.

Bu durum, evin ‘mesken' olması yani hayatın zenginliğini taşıması gerektiği hususunda ferdi yakarışların ötesine geçen bir farkındalığın oluşumunu tetiklemesi yönüyle dikkat çekicidir. Nitekim dijital platformlarda, sosyal paylaşım ağları aracılığıyla bu konu epeyi gündeme taşındı, taşınıyor. Bu farkındalığın -gayet tabii olarak- daha çok şehirde ve özellikle kalabalık kentlerde peyda olmaya başladığı ise bir gerçek.

Bu metni, tam da bu süreçte ve bir metropolde; okuduklarımdan, yazdıklarımdan ve hatta inşa eylediklerimden hareketle kaleme alındığını ifade edebilirim. Metnin asıl gayesi ise, tarihsel tecrübeye dayanarak, 'ev'in bir ‘daire' olmasının çok ötesinde olduğuna veya olması gerektiğine ilişkin bir çaba ortaya koymaktır.

O halde hatırlamak gerekirse: metropolde “ev”, ekseriyetle toprakla ilişki kuramayan;  herhangi bir blokta “istiflenmiş daireler” den müteşekkil tabiata kapalı bir mekâna karşılık gelir. Satın aldığımızda bedelini ödemek için belki on yıllarımızı verdiğimiz bu daireler, aileler için oldukça trajik bir sürecin temel faktörü haline geldiği ise bir olgu olsa gerek.

Diğer taraftan mahalle/çocuk parkları, millet bahçeleri, açık alanlar ve meydanların bu salgın sırasında adeta atıl bir vaziyette işlevsiz duruma düştüğü söylenebilir. Buna mukabil bir evde küçükte olsa bir bahçenin mevcudatı, aile fertlerinin bu süreci rahat geçirmede oldukça etkili olduğu ve özellikle de çocukların evle bütünleşik olan ‘yeşil'e ne derece ihtiyaç duyduğu gerçeği anlaşılmış olmalı.

Bu imkânı kırsalda bulabilenler, yani kent içindeki evlerinin yanı sıra kırsalda bahçeli evi olanlar ise canhıraşla buralara intikal ederek süreci daha “çekilir” kılmaya çalıştılar. Ancak Türkiye'de bu iki durumun da büyük oranda mümkün olmadığı açıktır. Zira büyük kentlerde yaşayan ailelerin kahir ekseriyetinin ne kırsalda ne de kent merkezlerinde bahçeli evi vardır. Yalnızca ekonomik güce sahip aileler kırsal bölgelerde bulunan ikinci evlerine taşınarak tabiatla ilişki kurabilmekte.

Dolayısıyla mezkûr salgının bizi sürüklediği ve büyük oranda farkında olmadığımız kritik bir sonuçla karşı karşıya kaldık. Daha önce -kendi irademizle olmasa da- alışılagelen tavırlarla, yöntemlerle ve dahi biçimlerle inşa ettiğimiz yaşam alanlarımız, tam da bu sıralar bize daha çok hissedilir derecede hükmetmeye başladı. Tabiatla ve gökyüzüyle tüm alakanın koparıldığı, dış dünyayla yalnızca pencere boşlukları ve varsa balkonlar aracılığıyla ilişki kurulduğu bir tecrit hali bu. Bu durumun belki de en çok etkilediği yaş grupları, doğal çevreye daha fazla ihtiyaç duymaları sebebiyle çocuklar ve yaşlılardır. Bu noktadan hareketle -salgının sürüklediği toplumsal durumu dikkate alarak- denilebilir ki, apartman dairesinin sınırladığı alanda bir ailenin, özelde bir insanın tabii ihtiyaçlarının karşılanması mümkün değildir.

Dünyada, yaşanabilir/sürdürülebilir ev ve yaşam çevreleri bazı standartlar etrafında tarif edilmektedir. Bu standartların kıstas kabul edilip edilmemesi ayrı bir tartışma konusu teşkil etse de, bugün Avrupa ülkeleri veya Amerika'da müstakil/bahçeli ev oranlarının Türkiye'deki yüksek bloklu yapı stokunun aksine %80-90 civarında olması sebebiyle önemli bir odak noktası haline gelmektedir. Bu oranlar esas alınarak Türkiye'de önemli bir konut krizinin varlığı üzerine karar kılınabilir.

Fakat bunun yanında, Türkiye için kıstas kabul edilebilecek diğer önemli olgu, onun sahip olduğu tarihsel konut tecrübesidir. Bir yüzeysel kıyasla, Türkiye'de mevcut konut üretiminin, gerek düşüncede gerekse pratikte geleneksel esaslardan beslenmediği ve yerellikten uzak bir yöntem ve ideolojiyle gerçekleştiği anlaşılmaktadır. Pekâlâ, nedir bu geleneksel tecrübe? Bugün yaşadığımız konut krizini çözmeye namzet olabilir mi? Bu iki soru, başlı başına oldukça kapsamlı cevaplar gerektirse de, temel bazı hususlar etrafında konuşmamıza yardımcı olabilir. Metnin devamını sağlayan temel amil de esasında budur.

Bu metin, ‘deneme' niyetiyle kaleme alınmış olsa da, bu metnin önemli birkaç kaynağın ışığında ortaya çıktığını vurgulamam gerekir. Özellikle bu aşamadan itibaren metnin, düşünce ve mekân yönleriyle tarihi konut tecrübesinin en önemli çözümleyicilerinden, aktarcılarından ve -yorumlayarak- uygulayıcılarından biri olan Turgut Cansever'in bütüncül düşüncesinden mülhemle şekillendiğini ifade etmem gerekir. Özelde ise, Cansever' in uluslararası Habitat konuşmaları için hazırladığı ve özellikle ev ve çevresi üzerine düşünceler içeren “Habitat II Konferansı İçin Şehir ve Konut Üzerine Düşünceler”  metni, burada ilham kaynağı olmuştur.

Uğur Tanyeli'nin, çeşitli ülkelerden mimarların “gelenek” veya “tarihsel tecrübe” bağlamında şehir ve mimari üzerine yakın durdukları noktalardan metinler sunan ‘Mütereddit Modernler-Dünyada ve Türkiye'de Mimar İdeologlar' kitabı da, kentleşmenin imkân buldukça hızlandığı bir ortamda geçmişin birikimi üzerine tekrar düşünme imkânı tanımıştır.